Yazan: Gizem Dalgıç
İKİ TEKER DENGE TEORİSİ: DÜŞÜNÜRSEN DÜŞERSİN
Çok düşünmeyin. Düşünmeyin öyle çok...
Çağ atladıkça ayrıntılar ne kadar gereksizleşiyor, yaşamak boyut değiştiriyorsa, “düşünüyorum, öyleyse varım” gibi tezler de bir o kadar anlamsızlaşıp kendini çürütebiliyor. Bu zamanda en çok öğretilmiş şeyleri düşünmüyor muyuz? Tersini yapacak olsak bir ayağımız sendelemiyor mu yol ortasında?
Nefes alma sürecinin sıralaması değişti. Düşünüp de yaşamak değil, önce yaşamak sonra düşünmek, bugünkü kendimizle başa çıkabilmemizin en sağlam yolu gibi… Eskiden yaşamak için bu kadar efor sarf edilmesi gerekmiyordu çünkü herhalde, düşünmek de bir lüks kalmıyordu. Şimdi asıl eforu yaşama gayesine ayırmak gerek. Hele bir yaşayalım da, düşüncesi sonra gelir nasıl olsa…
Tüm bunlar üzerinden, neler düşünüyorum ben böyle, diye geçen yaz kendime sordum; ve bu zamana kadarki düşüncelerimin, bir sürü ayrıntıyı hesaba katarak imkansız kıldığı bir durumu, sadece hiçbir şey düşünmeyerek imkanlı kıldım, yaptım, sürdüm, gittim, yaşadım. Şimdi düşünme evremde basamak atladım diyebilirim.
Ne yaptım; böyle hiç düşünmeden, atladım o dünyanın en derin denizlerine sığacak kadar anlam yüklediğim bisikletime, yollara çıktım. Ben ne düşüneceğim! Bacaklarım, seleye yapışan popom, güneş altında kızaran yanaklarım, sararan saçlarım düşünsün. Kapının ardıyla tanışan gözlerim, genişleyen beynim, kendiliğinden yiten korkularım, büyüyen yaşım, bayram eden hafıza alanım düşünsün. Ben ne düşüneceğim, deli miyim!
Artvin’den başladım sürmeye. Erzincan Kemaliye’deki doğa sporları festivaline bisikletimle gitmiştim çünkü; bir iki ekolojik tarım yapan çiftlik dolaşacak ve … Düşünmediğimden ötürü aklımda sonrasına ilişkin net bir şey yoktu. Festival bitti, değerli doğa sporları tutkunu Sevinç Aksüt ablamın ve hayran olduğum annesinin, üzerinde çatı olmayan çardak evlerinde konuk edildim bir hafta. Yıldızların altına serilmiş geniş yatakta uzandık, bir zamandan sonra sadece cırcır böceklerinin seslerinin duyulabildiği o gece dönümü anı için her seferinde geri saydık, var olan tek ışık kaynağı düşünmeyen, kaygısız içimizdi… Ve yıldızlar! Bir doğa harikası Erzincan Kemaliye’de, duvarlarla örtülmemiş çatısız bir evcikte, yıldızları izleyerek uyuyakalmak. Yarını düşünmeden. Bırakalım yarın kendi kendisini düşünsün, deli miyiz!
Sonra, oradaki vaktimin dolduğuna dair evrenden mesajımı aldıktan sonra, Artvin’deki arkadaşlarımın dede ve ninelerinin evlerine davet ettirdim kendimi. Doğu Karadeniz, hayalimdi. Bisikletim de yanımdayken, ne duruyordum! Artvin’e otobüsle geçtim. Bisikletim ve ben, otobüs muavinleri ve şoförler için küfür unsurlarıydık, ikimiz yan yana fazla büyüktük. 50 değil istersem 30 kilo olayım, insanlara yabancı olan cisim bisikletimle, haddimizi hep aşıyorduk. Düşünmeyen içimin diren Gizem sloganlarıyla Artvin’e vardım. Abartısız şekilde, hayatımda tanıyıp tanıyabileceğim en orijinal abi kardeş yaşlı çiftle tanışıp, düşünmeden ezberden anlatılan, birbiri ardına sıralanan onlarca aşık hikayesi, mani, anı dinledim. Bir kere, dört çeşit kadın tipinin olduğunu öğrendim, daha ne: Anaç ruhlu kadın, şeytan ruhlu kadın, dejenere ruhlu kadın varmış yer yüzünde, öyle okumuş Fahrettin Dedem. “Anadan babadan yetim kalmak çok zor kızım da; eşten yetim kalmak çok fena, çok fena” Gözleri yaşararak kaybettiği eşine ithafen söylediği bu cümle, kalbime dokunmuş ve orada öylece kalmıştır.
Düşünmemeye, sadece önüme çıkanlarla -önüme çıkmasına düşünme eylemini unutup da izin verdiklerimle yani- devam ediyordum. Artvin Cevizli Köyü’nün neredeyse tamamına yakınına ev gezmeleri yapıp adeta köyden biri gibi olduktan ve ağırlandıktan sonra, oradaki vadem de dolmuştu. Bisikletim ve ben, son araba yolculuğumuzu yapıp Macahel’e, Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği projesi olan TaTuTa (Tarım Turizmi ve Takası) ağına üye olan ailelerden birine doğru yola koyulduk. Macahel, Macahel. Doğası ve kültürüyle, UNESCO tarafından koruma altına alınmış olan, yeşilin hiç bu kadar tok ve doygun tonuna rastlamadığım, halkının tamamının Gürcü ve Müslüman olduğu doğa harikası bölge. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, 1918’de kurulan Gürcistan Cumhuriyeti sınırları içinde yer alan Macahel, 1921’de belirlenen Türkiye-Sovyet sınırıyla ikiye bölünüyor. Altı köy Türkiye’de Yukarı Macahel'de, on iki köy Gürcistan'da Aşağı Macahel’de kalıyor. Dolayısıyla Yukarı kısmın tamamında Gürcüce konuşuluyor, önüm arkam sağım solum Gürcü kelimelerle doluyor. Yağmur ormanlarını andıran nemi yazın gündüz bunaltıcı olsa da, kaldığım Fatma Gülbin ablamın evinin sisli dağlara bakan manzarasını, civar evlerden toplaşıp da Naçadirev Yaylası’na o tadı hala damağımda olan katmerleri, börekleri, mısır ekmeklerini, herkesin birbiriyle akraba olduğu o sıcak ilişkileri, katıldığım kına gecesinde tepilen çılgın horonları ve her akşam yatarken bir yerlerden karşılıklı atılan silah seslerini unutmak; mümkün mü? Hatırlamak için düşünmeye gerek olmadığını anladığımdır, Karadeniz’deki yalnız yolculuğum.
Zor ayrılıyorum, çok zor. Bana rehberlik yapan, mısır tarlaları arasında bolca pozunu çektiğim, evin küçük kızı Zuhal’imden de zor ayrılıyorum. Ve bir sabah erkenden, atlayıp bisikletime, düşünmeden, Hopa’ya doğru sürüşe geçiyorum. Bisikletimle olan ciddi düşüncem ilk kez eyleme geçiyor; o vakitten sonra artık, Doğu Karadeniz’in yollarında tek başına bisiklet süren bir kız oluyorum. Yok böyle bir haz, böyle bir yaz. Hopa’dan önce Borçka Karagöl ilk durağım oluyor. Harika. Fatma ablamın kendi elleriyle ineğinin sütünden yaptığı tel peynirleri, domates ve ekmeğimi çıkarıp, gölün kenarına oturup, yorgunluğumu dünyanın en tatlı yemeğiyle atıyorum. Kalsam mı bu gece burada diye düşünecek gibi olurken, düşündüğümü fark edip hemen vaz geçiyor ve hissime kulak verip ayrılıyorum. Hopa’da, bu yaz aynı rotayı tersten yapmış arkadaşlarım sevgili Kerem ve Murat’ın yönlendirmesiyle warmshowers portalından tanıştıkları Emine’nin yanında kalıyorum. 82 kilometre yol yapıyorum o gün. Çok ama çok yoruluyorum, varır varmaz, ılık duş, uyku. O nasıl tatlı sıcak su, nasıl tatlı uyku!
Ertesi gün, Sarp sınır kapısına o kadar yakınken, Batum ziyareti. Bir gece daha Hopa’da kalış ve minnettar kalıp tanımaktan çok memnun olduğum bir kişiye daha veda edip, Rize’nin Hemşin ilçesine doğru yola koyuluyorum. Bir organik çiftlik ziyareti daha. Aşağı Kantarlı Köyü’ne gidene kadar süren bir 82 kilometre daha, sağanak yağmur altında. O gün yağmur durmuyor, ıslanmadık bir tarafım bile kalmıyor. Deli miyim neyim, düşünmediğim için şikayet de etmiyorum!
Arıcılıkla uğraşan Yusuf Abi, sevgili ineği Seher’i büyük bir aşkla besleyen biricik, unutulmaz Zehra Teyze’m. Birinci sürüm çay toplama mevsimine denk gelmek. Sırf “acaba denk gelir miyim?” diye düşünmediğimden… Yevmiyelik niyetlenip beleşe çay topluyorum; makası çiçekli şalvarımla açıp kapadıkça, yemyeşil manzaranın içindeki yemyeşil kalpli kendime dışarıdan bakıyor, baktıkça çay yapraklarıyla kendimden geçiyorum. Sanırsınız ki, beraate ihtiyacı olan, tutuklu bir bitki sanki, çay. İnanılmaz tanışıklıklar, sohbetler, hayatlara dokunmalar. Ben yokum o saatten sonra, neyi görüyorsam oyum, kiminle konuşuyorsam, kime dokunuyorsam. Ne düşünmüyorsam, oyum. Öyle çıktım ki içimden, kendi telaşlarımdan, ilk defa gördüğüm insanların çok eski fotoğraf albümlerine o kadar meraklı bakacağımı hiç ummazdım kendimden. Oldu.
Tüm turun en unutulmaz yaftalı anısını burada yaşadım ki; bu düşünmez, cancağız halimle ben, canlı bomba sanıldım. Karadeniz’in zırhlarla çevrili o korumacı yapısı suratıma bu şekilde çarptı. Hem güzel, hem acıydı. Merkezde beni gören muhtar, canlı bomba olabileceğime dair dedikodu yaymış köye. Son günümde köyden ayrılırken arkamdan çıplak ayaklarla elinde sopasıyla “sen kimun kizusunn??!” naralarıyla beni kovalayan o teyze yok muydu hele? İkna ettim de teyzeyi, Trabzon yönüne doğru, düşünmediğim için gelip beni bulacak şeylere yelken açtım.
İstikamet, çirkin yapılaşmasının aksine benim için turda çok derin ve güzel anılar bırakan Ayder Yaylası’na idi. 19 kilometresi sadece çıkış olan 84 kilometre civarında bir yoldan sonra varış, alışık olduğum üzere alkışlarla karşılanışım ve pancar gibi olmuş suratımla hemen bir köşeye çekilip ikramlara boğulmam. Gözünü seveyim yurdum insanının; ne çok borçluyum onlara. Ayder. Tulumların nağmeleri ve aşık gençlerin Kazım Koyuncu şiirleri eşliğinde, evet betonla dolu çarpık ama cıvıl cıvıl bir uyku. Ertesi gün Kavrun yaylasına çıkış; harika bir trekking parkuru, harika fotoğraflar, kiminle konuşsam, düşünmemekten ötürü, hep yıllardır tanıyormuş hissim. Yanımda taşıdığım makarnamı kamp ocağında pişirme girişimim, çobanın tam da o vakit alana saldığı öküzlerinin utanmadan ocağıma yaklaşıp makarna tenceremi devirmeleri. Kışşş, Hişşş..! Bana mısın dememeleri. Sonuçta; onlar da düşünmüyor, e düşünmemek için de biraz öküz olmak gerekiyor hani. Ziyanlık mı, hem de yolculukta? Asla! Yerden toplayıp kurdele makarnalarımı mideme indirip, o ıssız noktaya kurduğum çadırımda yapayalnız uykuya dalmam. Gözlerimi karşılıklı silah atışlarının sesleriyle yorgunluktan kapatıp da o tatlı uykuya dalışım… İnsan bir uykuya dalışını bu kadar güzel hatırlar mı? Düşünmeyince, evet.
Ertesi sabah; muhlama yapmaya müsait peynirlerimi eriterek, bir güzel ziyafet çekmem. Isınmaya başlayan yayla evlerinden gelen ateşteki kızılağaç kokuları ve yeni salınmaya başlayan öküzlerin çan sesleri eşliğinde, bir yapayalnızlığın ortasında, tamamen kendi içimde ve anda. Anlatılamazdı; o sabah doyurduğum karnım ve sonrasında kocaman tenceremde pişirdiğim kahve ziyafetim. Anlatılamazdı. Çünkü çok düşünülemezdi de.
Yol vakti. Vakt-i yol. Yayladan iniş, Trabzon Uzungöl’e varış. Çaykara’da öğle yemeği molası; buğday ekmeğini bana bana barbunya pilaki. Esnaflarının hiçbir malını akşam içeri almayıp kilitlemediği, bu güvenilirlik özelliğiyle haberlere de konu olduğunu öğrendiğim, Çaykara. Dükkan önlerindeki şiveli Trabzonlu’ların çay ısmarlamak üzere beni yanlarına çekmeleri, harika sohbet. “Uzungöl’e, sen, yalnız, bisikletle mi çıkacaksın? Olmaz o iş.” “Neden, daha önce çıkan olmadı mı?” “Oldu” “Konu kapanmıştır.”
Çok zorlandım, çok yoruldum, toplamda 71 km. hasılatla Uzungöl’de hava kararmak üzereyken yolu tamamladım. Evet, Arabistan. Çadırı bir köşeye attıktan ve bir sandviç götürüp uykuya da dalmışken, dışarıdan bir ses: “Matmazel!” “Buyur?” Çadırın fermuarını açmamla bir Arap vatandaş tarafından uzatılan bir pizza kutusuyla burun buruna gelmem bir oldu. E şey, kem, küm dememe kalmadan, yardımseverce bir şeyler söyleyip uzaklaştı. Ne yalan söyleyeyim, ağzım da sulandı. Kapağı açtığımda ne göreyim? Bir dilimi resmen ısırılıp bırakılmış 3 dilim pizza. Yok artık ama, çadırdayız, limuzinimiz yok da bisikletimiz var diye gördüğümüz muamele midir bu, deyip, sonra da bunları hiiçç düşünmeyip, ısırılmamış dilimleri bir güzel mideme indirdim. Hayat, o yaşadığım komik deneyimle, gerçekten bana güzeldi.
Ertesi gün Uzungöl’de tur atış, geç olmadan yola çıkış. Hedef, Giresun. Mersin ilçe girişine kadar 124 km. sürdüm. Çok güzel bir sahil şeridinde kamp attım. Benim yerime düşünen annem arayıp, orasının başka denizlere benzemediğini ve Karadeniz olduğunu, bir dalganın gelip beni alabileceğini ve çadırımı çok beriye kurmam gerektiğini, emretti. Araya sıkışmış bir koydu mekan, imkansızdı ama dış müdahele beni ister istemez düşündürttü. Kuralı bozmuş, düşünmüş ve çadırımı geri almıştım.
Ertesi sabah Giresun istikametinde yola devam ettim. Unutulmaz bir anım da, o sabah anayol kenarındaki bir lokantada yaptığım kahvaltımda servis edilen ve bana torpil geçilen koca bir tabak dolusu bal-kaymak. İnsan, dışarıda yediği bak kaymağı böylesine hatırlar mı? Öyle bir hatırlar ki! Servis edilirken takınılan tüm mimiklere kadar.
Giresun’a 105 kilometre sonra varış. Konaklayış, ertesi sabah Ordu Yason Burnu’na 78 kilometre sürüş, ev sahibini evinin bahçesinde çadır kurmaya zar zor ikna ediş. İkinci canlı bomba vakam. Komşularının aklına girmesiyle, beni önce seven sonra da canlı bomba sanan Ayşe Teyze’min şüpheli söylemleri, onu resmen canlı bomba olmadığıma ikna etmek için annemle telefonda konuşturmam, yollarda olmamdan zaten dertli olan annemin kendisine bir başka anne bulmuş olmasıyla açıp ağzını yumması gözünü, seyirci kalmam, anlamam. Nasıl olur da kız başıma yalnız ve bisikletimle yola çıkabildiğime dair artık ezbere anlattığım açıklamalar, açıklamalar, açıklamalar.
Ertesi gün, Ordu’da organik tarım yapan, dünyanın en güzel ıslık çalan oğluna sahip olan güzel mi güzel bir aileye, Vaskıran Bahçe’ye sürüş, üç gün boyunca, nostaljik mi nostaljik bir Karadeniz evinin şirin mi şirin odasında konaklayış. Tolstoy’unkine benzer, eski, tahta bir yazı masası (benziyordur herhalde), koyu fıstık yeşili kaplamalı bir koltuk ve hasretini çektiğim bir yatak. Hem de; yukarıdan baktıkça mutluluk ve sevimlilikten insanı deli gibi mutlu eden bir bahçeye bakan pencere manzarası. Dünyanın en güzel ıslık çalan çocuğunun, aşağıda onu dinlediğimden bir haber, gitar gibi çaldığı elindeki kemençesiyle ve harika sesiyle, türküleri arka arkaya sıralaması. Bir pencere kenarındaki, Karadeniz akşamım. Tarif edilemezdi, çünkü hiç planlanmamış, düşünülmemişti.
Ertesi günler, yine düşünmediğimden ötürü denk gelebildiğim fındık hasadı işleri, patoz. Bu meşakkatli işe yakından şahitlik etmem, arada buldukça, meyve ağaçlarından düşüp yuvarlanan elmaları, üzümleri yemem… Ertesi gün yola çıkış.Samsun istikametinde olan sürüşüme bu halsizlik dolayısıyla mola verip bir benzin istasyonunun mescidine kıvrılmam, uyuyup uyandıktan sonra biraz toparlanıp kendimi hastaneye atmam. Mikrop kapmışım. Serum, ilaç kutuları, beni kamp alanında konaklatan Yılmaz Pansiyon. Hepsi sağ olsun, başka düşünmemezliklerim için, varolsun.
Terme’ye kadar sürüş ve artık İstanbul bileti. Turu olması gerektiği zamanda noktalıyor olduğuma dair güzel hissettiren his, kazandıklarım, tanıştıklarım, biriktirdiğim hikayeler, genişleyen algılarım, yıkılan ve yerlerine yenilerini bırakan gerçeklerim, kendimi keşfim, kendime “merhaba”m, kendime şevkatim. Hepsinin içinde tek bir ortak kavram: Düşünme.
Düşünmek, insanın çocuk yanına, hayallerine engel bu zamanda. Yapılabilecek her şeye, “yok olmaz” diye bir kılıf uydurmaca. Beyninin seni bahanelerle aldatmasına izin vermemek için; düşünme! Ak, gitsin. Dışarıyı keşfet, içine dön. Yarınının planlarını, yarınını bilmediğin bir dönemde yaşamış bir insan olarak tasarla. Bilinmezliği anlayıp üstesinden gelmek kadar insana güç veren bir şey var mı? Yanıtı: “yok” , çaresi bol; “yol”.
Sıkça sorulan sorular: Nerelisun, nerden geliyusun, nereye gideyusun, sen kimin kizusun!!!, yalnız mı gideyusun, bekar misun?, hiç korkmayi misun, ip var çekiyim mi? Hönk.
Yazan: Gizem Dalgıç
Yorumlar
... gün
... kilometre
... Ortalama hız
... Mola
... farklı il/ilce
Gibi ayrıca bisiklet marka Model ne?
Lastik patlaması fren tutmaması vb.. başınıza geldimi?
Gezinizle beni biraz daha heyevanlandırdı ğınuz için teşekkür ederim.